Kizilbaslik
Başlangıçlarda kırmızı tac giyip, kırmızı sarık sardıklarından dolayı kendilerine Kızılbaş adı verilmiştir. Görünürde şianın 'İsna aşeriye İmamiyye' mezhebinden olmakla birlikte temel inançları bakımından onlara göre çok büyük farklılıklar gösterirler. Şianın bazı kollarının ve bu arada Yemen taraflarındaki Zeydiyye ile İran'daki Caferiyye (İsna aşariye), hatta büyük bir bölümü ile Hindistan'daki İsmâiliye mezheplerine bağlı Şiilerin yorumdan doğan farklılıklara rağmen, temelde- iman konusunda ve özellikle farz ibadetlerde sünnilerden büyük bir fark taşımamalarına karşın, Kızılbaş âlevîleri hem inanç, hem de ibadet bakımından sünnilerden olduğu gibi bu şii mezheplerden de ayrılırlar.
Türkiye bakımından âlevî denildiğinde ilk akla gelenler de, hep Kızılbaşlar ve onlara çok yakın inanç ve ayinleri taşıyan Tahtacılar'dır. Halk arasında Adana-Mersin-Hatay dolaylarında yaşayan Nusayrîlere de 'alevî' denilmesine karşın, onların da Kızılbaş âlevîlerle bir ilgisi ve uzun boylu ortak yanları yoktur. Nusayrîler apayrı bir kol, hatta İslâm'dan kopmuş apayrı bir dinin bağlısı kimselerdir. Kızılbaşlarla aynı inancı taşıyanlardan İran'da yaşayanlara, halkın çoğunluğunu oluşturan Caferîler'ce yörelerine göre- "Ali Allahî"ler, "Guran"lar, "Gulyailer" gibi adlar verilir ve bağlıları "tekfir" edilir.
Araştırmacıların, Kızılbaşların kökenini, 'anarşist' ve 'batınî' tutumlarına bakarak bir yanıyla Mazdekîlik ve Babekîlik'e (onlar da kırmızı elbise giyerlermiş); ayinlerini ve kimi âdetlerini gözönünde tutarak diğer yanıyla da Türk Şamanlığına dek uzatmalarına rağmen; inançlarını ifadelendirdikleri ve ayinlerinde de okuyarak ibadet ettikleri "nefes" adlı deyişleri esas alanlarca, Kızılbaşları Erdebiliye tarikatına bağlamak daha tutarlı bir görüş olarak zikredilir.
Bilindiği üzere Erdebîliye tarikatı, tanınmış İran Hükümdarı Şah İsmail'in atalarından Şeyh Sâfiyuddin tarafından kurulmuş bir "sünnî tarikat" iken, bu soydan ilk saltanat davası güdüp de öldürülen şeyh Şah ibrahim'in oğlu Şeyh Cüneyd zamanında şiiliği benimsemişlerdir. Tarihçiler, bu değişikliğin Şeyh Cüneyd tarafından saltanatı ele geçirmek uğruna, sırf Suriye, Anadolu ve Azerbaycan'daki sii-batınî kolları kendi safına çekmek için yapıldığını belirtirler. Simavnalı Şeyh Bedreddin bağlılarıyla da bağlantı kuran Şeyh Cüneydtin öldürülmesinden sonra yerine geçen ve Erdebil Sûfileri tarafından "tanrının zuhuru" olarak görülen Şeyh Haydardır ki, ilk defa oniki dilimli kızıl taçı giyip, kızıl sarık sarmış ve bağlılarına da, derecelerine göre bu tacı giydirip, bu sarığı sardırmış ve böylece de "kızılbaşlık" olayı ortaya çıkmıştır. Şeyh Cüneyd'in başlatıp da Şeyh Haydar'ın kemâline erdirdiği bu hareket, sonuç vermekte gecikmemiş; nitekim, 1501 yılında Şeyh Haydar'ın oğlu İsmail, Türkmenlerin de desteğini alarak Akkoyunlularla yaptığı savaştan sonra Tebriz'i ele geçirip devletini kurmuştur. O günden beri (en azından Safeviler hanedanının yıkılışına dek) Türkiye Kızılbaşları'nın Safevî Şiasına bağlılığı sürüp gelmiştir.
Şunu da belirtmek gerekir ki olay, Şeyh Haydar'la kemâle erdirilmiş olmakla birlikte, İran Türkmenleri gibi Anadolu Türkmenleri arasında da bu noktada başlamış değildir. Bu bakımdan, bu hızlı yayılmanın yoğun propagandanın etkisinden öte kimi sebepleri üzerinde de durmak gerekir.
Gerçekten de, tâ Selçukoğulları döneminden itibaren Anadolu'ya akın etmeğe başlayan ve adlarına destan dizilmesi âdet haline gelmiş olan "Horasan pirleri, rum erenleri, gaziyanı rum, bacyanı rum"lar ele avuca sığmaz bir hareketlilik içinde bulunmakla, yerleşik düzene ve dolayısıyla 'devlet'e bir türlü uyum gösterememiş; uyumsuzluk 'inanç ve davranışlarına da yansıdığından, terkettikleri dinin kimi öğelerine sarılma ve sığınma ihtiyacı sonucunda, ortaya 'karma' bir yapı çıkmış ve nitekim Cengizoğulları'nın Selçukoğulları'nı boyunduruk altına alışı sırasında bu durum "Ahi Mevlevi" kavgası biçiminde şiddetli bir patlamaya yolaçmış, tarikatlar arası bu kavgada çokça kan dökülmüştür.
Babaî, Kalenderî, Hayderî, Bektaşî, Hurufi adlarıyla anılan ve tamamı batınî tarikatlarla eski dinlerinin karması inançları İslâm inancına katıştırmış olarak taşıyan bu zümreler, kuruluş süreci içinde Osmanlı ile birlikte her yöreye uzanmış, Anadolu'nun ve Balkanlar'ın İslâmlaşmasında büyük rol oynamışlardır. Ancak, devletin tam olgunlaşmasından sonra, üstelik Hacı Bayram Veli gibi kimi önderlerinin kırmızı taç ve sarığı beyaz çuhaya çevirmelerine rağmen, aynı uyumsuzluk yeniden başgöstermiştir. Ki, Şeyh Bedreddin olayı bunların en göze çarpanlarından biridir.
İşte, İran Şahı I. İsmail'in babası Şeyh Haydar'ın yapmış olduğu iş gerçekte bu potansiyeli iyi değerlendirmek olmuş, bunun sonucunda da bir yanda devlet, diğer yandan kızılbaşlar olmak üzere çekişme sürüp gitmiştir. Ne Sultan II. Bayezid'in başkaldıranları ezişi, ne Yavuz Sultan Selim'in Çaldıran öncesi uyguladığı kırım ve ardından Şah II. İsmail'i mağlup edişi, hiç bir zaman bu içten içe sürüp giden ayrılığı ortadan kaldırmağa yetmemiştir. Kızılbaşlık, yüzyıllar boyu, kırsal kesimde açıktan açığa, kentlerde ise, Bektaşilik kimliğine bürünmüş olarak varlığını sürdürmüştür. Ancak aradaki benzerlikler sebebiyle, Kızılbaşlık ile Bektaşiliği de karıştırmamak gerekir. Bektaşilik her isteyenin girebileceği bir tarikat olduğu halde, Kızılbaşlık yalnızca kızılbaş soyundan gelenlerin bağlı bulunduğu bir mezhep, hatta bir tür din olarak süregelmiştir.
Nitekim, Kızılbaşlık'ta üç sünnet, yedi farz vardır. Sünnetler: Dilden tevhid kelimesini bırakmamak, kibirlenmemek ve düşmanlık yapmamaktır. Farzlar ise; mezhebin sırrını saklamak, mezheptaşları ile birlikte olmak, yalan ve gıybetten kaçınmak, hizmette kusur etmemek, mürşidine itaat etmek, musahibini görüp gözetmek, halifeden taç ve kisve giymektir. Bir de hepsinin üstünde, "Allah-Muhammed-Ali" üçlemesinin bir gereği ve uzantısı olarak, Ali ve evlâdı konusunda tevella ve teberrada bulunmak; yani Ali ve evlâdını dost bileni dost, düşman bileni de düşman bilmek...
İnançlarında esas, Ali'yi tanrı tanımaktır. Şehadet kelimelerindeki "Lâilâhe İllallah, Muhammed Resûlullah, Aliyyü Veliyallah, Veliyyü Aliallah" sözleri de bunu açıkça gösterir. Ali, binbir biçimde görünmüş ve halkı şaşırtmıştır. Gerçeği bulabilen bu yüzden çok azdır ve o gerçek de, Allah, Muhammed ve Ali'nin, üçünün bir tanrı olduğudur. Onlara göre, bu üçlemeye rağmen, Ali en üstündür. O, bir yandan Muhammed'in vasisidir, bir yandan Muhammed'in mürşididir, bir yandan da tanrıdır.
İbadetleri ise, tevil ederler. Sözgelimi, beş vakit namaz 'evvel'e, 'sani'ye, 'natık'a, 'esas'a, 'imam'a işarettir. Namazın tekbir, kıraat, rükû, sücud, tesbih, tahiyye ve selâmı ise, yedi imama delil gibi... Dolayısıyla da bu tevillerine dayanarak her türlü ibadetten uzak kalırlar...
Bununla birlikte kendilerine has kimi ibadetleri vardır. Muharrem'de tutulan 12 günlük oruç. Bu süre içinde su içmez, et yemez ve diğer hayvansal gıdalardan da uzak dururlar. Ayrıca kışın, şubat ayında üç günlük bir oruçları daha vardır. Bunun dışındaki ibadetleri ise, geceleri gerçekleştirmiş bulundukları ayinlerdir. Yörelere göre değişiklik gösteren ve bazı bölgelerde sayısı beşe kadar çıkan bu ayinlerden en önemlisi görgü ayini ile sorgu ayinidir. Görgü ayini kış aylarında cuma geceleri yapılır ve miraç olayı temsil edilmiş olur. Sünnî halk arasında "mum söndü" diye bilinen bu ayinler sırasında ayinin yapıldığı yöreye dış gözcüler, eve de iç gözcüler yerleştirilerek güvenlik önlemleri alınır. Kadınlar ve erkekler aynı mekânda ama ayrı yerlerde oturarak bu ayinlere katılırlar. Sazlar eşliğinde "nefesler okunur. O gün için kesilmiş bulunan kurbanın yağının konulduğu çerağlar yakılır. Kesilmiş olup da kemikleri kırılmadan içi boşaltılmış olan kurban bir kazan içinde kaynarken de, "La ilahe illallah, hak laîlahe illallah, sen Ali misin güzel şah, şah lailahe illallah" tarzında zikirler çekilir. Bu ayinler sırasında musahip kavline girenler için merasim yapılır ve daha birçok seremoniden sonra sofra kurulur, pişmiş olan kurban ortaya getirilerek yenilir. Saklanan kemikler sonra bir araya toplanarak belli bir yere gömülür ve ayini idare eden dedenin ortaya mendil açıp nezirleri toplamasının ardından da ayin sona erer.
Yine kış aylarında yapılan sorgu ayini de, daha çok, şikâyetlerin çözüme kavuşturulduğu, suçluların cezalandırıldığı, barışmaların gerçekleştirildiği, yine sazlı sözlü, zikirli nefesli, sohbetli ayinlerdir. Verilecek en büyük ceza, kişinin (üyelikten) düşürülmesidir. Bununla bir bakıma o kişi afaroz edilmiş olur, ayinlere alınmaz. Belli bir süre sonra, yine bir sorgu ayininde, dede, gerekli görürse bu düşkünü yine merasimlerle kaldırır. Perşembe günleri yapılan bu sorgu ayinlerinde kaldırılmış olanlar cuma günkü görgü ayinine katılabilirler.
Diğer ibadetleri olduğu gibi Haccı da tevil ettiklerinden, Kızılbaşlar'dan hacca giden pek bulunmaz; ama, Hazreti Ali'nin yattığı Necef'i, Hazreti Hüseyin'in yattığı Kerbelâ'yı, Musa Kâzım ve Muhammed Taki'nin yattığı Bağdad'ı, Ali Naki ve Hasan Askeri'nin yattığı, Mehdi'nin de mağaralarından birinde kaybolduğu Samarra'yı, Ali Rıza'nın yattığı Meşhed'i; ayrıca başta Hacı Bektaş, Abdal Musa gibi kimselerin kabirlerini ziyaret ederler. Yörelerindeki yatırları ziyaret edip kurban kesmek de sıkça yaptıkları işler arasındadır.
Türkiye'de "alevî" genel adı altında bilinen gruplardan Caferî mezhebine mensup olan müslümanlar ile müslümanlıktan çıkmış olan Nusayriler bir yana bırakılırsa, geriye kalanların tamamı kimi yöresel farklılıklara rağmen, bu inanç, bu ibadet ve bu ayinlerle yoğrulmuş olan kimselerdir. Bektaşi zümreleri de, özellikle kırsal kesimde, Kızılbaşlarca kabûl edilmiyor olmalarına karşın inanç ve ayinleri ile aynı zümrenin içinde sayılabilirler.
Ancak, son zamanlarda, gerek şehirlere akın ve gerekse toplu iletişim araçlarının köylere kadar girmesi üzerine "kapalı toplum" yaşamından kopukluğun başlamasıyla birlikte alevi dede ve babalarının eski etkinliklerini kaybettiği, bunun sonucunda da kızılbaşlar alevîlerden bir bölümünün büsbütün dinsizleşirken, bir bölümünün de Şii Caferi mezhebinin gerçeklerine uymağa başladığı, hatta bir kısmının sünniliği benimseme yoluna girdiği gözlenmektedir. Dışa kapalı bir toplum yaşamının sonuçlarından olan bu aşırılığın zaman içinde büsbütün ortadan kalkacağını ve ülkemizde sayıları hayli yüksek olan bu kimselerden kiminin sureta bağlı olduğu caferiliği, kiminin de sünni mezheplerden birini benimseyerek 'yeniden' müslümanlaşacağını ummak yanlış olmayacaktır.
Zübeyr YETİK
Başlangıçlarda kırmızı tac giyip, kırmızı sarık sardıklarından dolayı kendilerine Kızılbaş adı verilmiştir. Görünürde şianın 'İsna aşeriye İmamiyye' mezhebinden olmakla birlikte temel inançları bakımından onlara göre çok büyük farklılıklar gösterirler. Şianın bazı kollarının ve bu arada Yemen taraflarındaki Zeydiyye ile İran'daki Caferiyye (İsna aşariye), hatta büyük bir bölümü ile Hindistan'daki İsmâiliye mezheplerine bağlı Şiilerin yorumdan doğan farklılıklara rağmen, temelde- iman konusunda ve özellikle farz ibadetlerde sünnilerden büyük bir fark taşımamalarına karşın, Kızılbaş âlevîleri hem inanç, hem de ibadet bakımından sünnilerden olduğu gibi bu şii mezheplerden de ayrılırlar.
Türkiye bakımından âlevî denildiğinde ilk akla gelenler de, hep Kızılbaşlar ve onlara çok yakın inanç ve ayinleri taşıyan Tahtacılar'dır. Halk arasında Adana-Mersin-Hatay dolaylarında yaşayan Nusayrîlere de 'alevî' denilmesine karşın, onların da Kızılbaş âlevîlerle bir ilgisi ve uzun boylu ortak yanları yoktur. Nusayrîler apayrı bir kol, hatta İslâm'dan kopmuş apayrı bir dinin bağlısı kimselerdir. Kızılbaşlarla aynı inancı taşıyanlardan İran'da yaşayanlara, halkın çoğunluğunu oluşturan Caferîler'ce yörelerine göre- "Ali Allahî"ler, "Guran"lar, "Gulyailer" gibi adlar verilir ve bağlıları "tekfir" edilir.
Araştırmacıların, Kızılbaşların kökenini, 'anarşist' ve 'batınî' tutumlarına bakarak bir yanıyla Mazdekîlik ve Babekîlik'e (onlar da kırmızı elbise giyerlermiş); ayinlerini ve kimi âdetlerini gözönünde tutarak diğer yanıyla da Türk Şamanlığına dek uzatmalarına rağmen; inançlarını ifadelendirdikleri ve ayinlerinde de okuyarak ibadet ettikleri "nefes" adlı deyişleri esas alanlarca, Kızılbaşları Erdebiliye tarikatına bağlamak daha tutarlı bir görüş olarak zikredilir.
Bilindiği üzere Erdebîliye tarikatı, tanınmış İran Hükümdarı Şah İsmail'in atalarından Şeyh Sâfiyuddin tarafından kurulmuş bir "sünnî tarikat" iken, bu soydan ilk saltanat davası güdüp de öldürülen şeyh Şah ibrahim'in oğlu Şeyh Cüneyd zamanında şiiliği benimsemişlerdir. Tarihçiler, bu değişikliğin Şeyh Cüneyd tarafından saltanatı ele geçirmek uğruna, sırf Suriye, Anadolu ve Azerbaycan'daki sii-batınî kolları kendi safına çekmek için yapıldığını belirtirler. Simavnalı Şeyh Bedreddin bağlılarıyla da bağlantı kuran Şeyh Cüneydtin öldürülmesinden sonra yerine geçen ve Erdebil Sûfileri tarafından "tanrının zuhuru" olarak görülen Şeyh Haydardır ki, ilk defa oniki dilimli kızıl taçı giyip, kızıl sarık sarmış ve bağlılarına da, derecelerine göre bu tacı giydirip, bu sarığı sardırmış ve böylece de "kızılbaşlık" olayı ortaya çıkmıştır. Şeyh Cüneyd'in başlatıp da Şeyh Haydar'ın kemâline erdirdiği bu hareket, sonuç vermekte gecikmemiş; nitekim, 1501 yılında Şeyh Haydar'ın oğlu İsmail, Türkmenlerin de desteğini alarak Akkoyunlularla yaptığı savaştan sonra Tebriz'i ele geçirip devletini kurmuştur. O günden beri (en azından Safeviler hanedanının yıkılışına dek) Türkiye Kızılbaşları'nın Safevî Şiasına bağlılığı sürüp gelmiştir.
Şunu da belirtmek gerekir ki olay, Şeyh Haydar'la kemâle erdirilmiş olmakla birlikte, İran Türkmenleri gibi Anadolu Türkmenleri arasında da bu noktada başlamış değildir. Bu bakımdan, bu hızlı yayılmanın yoğun propagandanın etkisinden öte kimi sebepleri üzerinde de durmak gerekir.
Gerçekten de, tâ Selçukoğulları döneminden itibaren Anadolu'ya akın etmeğe başlayan ve adlarına destan dizilmesi âdet haline gelmiş olan "Horasan pirleri, rum erenleri, gaziyanı rum, bacyanı rum"lar ele avuca sığmaz bir hareketlilik içinde bulunmakla, yerleşik düzene ve dolayısıyla 'devlet'e bir türlü uyum gösterememiş; uyumsuzluk 'inanç ve davranışlarına da yansıdığından, terkettikleri dinin kimi öğelerine sarılma ve sığınma ihtiyacı sonucunda, ortaya 'karma' bir yapı çıkmış ve nitekim Cengizoğulları'nın Selçukoğulları'nı boyunduruk altına alışı sırasında bu durum "Ahi Mevlevi" kavgası biçiminde şiddetli bir patlamaya yolaçmış, tarikatlar arası bu kavgada çokça kan dökülmüştür.
Babaî, Kalenderî, Hayderî, Bektaşî, Hurufi adlarıyla anılan ve tamamı batınî tarikatlarla eski dinlerinin karması inançları İslâm inancına katıştırmış olarak taşıyan bu zümreler, kuruluş süreci içinde Osmanlı ile birlikte her yöreye uzanmış, Anadolu'nun ve Balkanlar'ın İslâmlaşmasında büyük rol oynamışlardır. Ancak, devletin tam olgunlaşmasından sonra, üstelik Hacı Bayram Veli gibi kimi önderlerinin kırmızı taç ve sarığı beyaz çuhaya çevirmelerine rağmen, aynı uyumsuzluk yeniden başgöstermiştir. Ki, Şeyh Bedreddin olayı bunların en göze çarpanlarından biridir.
İşte, İran Şahı I. İsmail'in babası Şeyh Haydar'ın yapmış olduğu iş gerçekte bu potansiyeli iyi değerlendirmek olmuş, bunun sonucunda da bir yanda devlet, diğer yandan kızılbaşlar olmak üzere çekişme sürüp gitmiştir. Ne Sultan II. Bayezid'in başkaldıranları ezişi, ne Yavuz Sultan Selim'in Çaldıran öncesi uyguladığı kırım ve ardından Şah II. İsmail'i mağlup edişi, hiç bir zaman bu içten içe sürüp giden ayrılığı ortadan kaldırmağa yetmemiştir. Kızılbaşlık, yüzyıllar boyu, kırsal kesimde açıktan açığa, kentlerde ise, Bektaşilik kimliğine bürünmüş olarak varlığını sürdürmüştür. Ancak aradaki benzerlikler sebebiyle, Kızılbaşlık ile Bektaşiliği de karıştırmamak gerekir. Bektaşilik her isteyenin girebileceği bir tarikat olduğu halde, Kızılbaşlık yalnızca kızılbaş soyundan gelenlerin bağlı bulunduğu bir mezhep, hatta bir tür din olarak süregelmiştir.
Nitekim, Kızılbaşlık'ta üç sünnet, yedi farz vardır. Sünnetler: Dilden tevhid kelimesini bırakmamak, kibirlenmemek ve düşmanlık yapmamaktır. Farzlar ise; mezhebin sırrını saklamak, mezheptaşları ile birlikte olmak, yalan ve gıybetten kaçınmak, hizmette kusur etmemek, mürşidine itaat etmek, musahibini görüp gözetmek, halifeden taç ve kisve giymektir. Bir de hepsinin üstünde, "Allah-Muhammed-Ali" üçlemesinin bir gereği ve uzantısı olarak, Ali ve evlâdı konusunda tevella ve teberrada bulunmak; yani Ali ve evlâdını dost bileni dost, düşman bileni de düşman bilmek...
İnançlarında esas, Ali'yi tanrı tanımaktır. Şehadet kelimelerindeki "Lâilâhe İllallah, Muhammed Resûlullah, Aliyyü Veliyallah, Veliyyü Aliallah" sözleri de bunu açıkça gösterir. Ali, binbir biçimde görünmüş ve halkı şaşırtmıştır. Gerçeği bulabilen bu yüzden çok azdır ve o gerçek de, Allah, Muhammed ve Ali'nin, üçünün bir tanrı olduğudur. Onlara göre, bu üçlemeye rağmen, Ali en üstündür. O, bir yandan Muhammed'in vasisidir, bir yandan Muhammed'in mürşididir, bir yandan da tanrıdır.
İbadetleri ise, tevil ederler. Sözgelimi, beş vakit namaz 'evvel'e, 'sani'ye, 'natık'a, 'esas'a, 'imam'a işarettir. Namazın tekbir, kıraat, rükû, sücud, tesbih, tahiyye ve selâmı ise, yedi imama delil gibi... Dolayısıyla da bu tevillerine dayanarak her türlü ibadetten uzak kalırlar...
Bununla birlikte kendilerine has kimi ibadetleri vardır. Muharrem'de tutulan 12 günlük oruç. Bu süre içinde su içmez, et yemez ve diğer hayvansal gıdalardan da uzak dururlar. Ayrıca kışın, şubat ayında üç günlük bir oruçları daha vardır. Bunun dışındaki ibadetleri ise, geceleri gerçekleştirmiş bulundukları ayinlerdir. Yörelere göre değişiklik gösteren ve bazı bölgelerde sayısı beşe kadar çıkan bu ayinlerden en önemlisi görgü ayini ile sorgu ayinidir. Görgü ayini kış aylarında cuma geceleri yapılır ve miraç olayı temsil edilmiş olur. Sünnî halk arasında "mum söndü" diye bilinen bu ayinler sırasında ayinin yapıldığı yöreye dış gözcüler, eve de iç gözcüler yerleştirilerek güvenlik önlemleri alınır. Kadınlar ve erkekler aynı mekânda ama ayrı yerlerde oturarak bu ayinlere katılırlar. Sazlar eşliğinde "nefesler okunur. O gün için kesilmiş bulunan kurbanın yağının konulduğu çerağlar yakılır. Kesilmiş olup da kemikleri kırılmadan içi boşaltılmış olan kurban bir kazan içinde kaynarken de, "La ilahe illallah, hak laîlahe illallah, sen Ali misin güzel şah, şah lailahe illallah" tarzında zikirler çekilir. Bu ayinler sırasında musahip kavline girenler için merasim yapılır ve daha birçok seremoniden sonra sofra kurulur, pişmiş olan kurban ortaya getirilerek yenilir. Saklanan kemikler sonra bir araya toplanarak belli bir yere gömülür ve ayini idare eden dedenin ortaya mendil açıp nezirleri toplamasının ardından da ayin sona erer.
Yine kış aylarında yapılan sorgu ayini de, daha çok, şikâyetlerin çözüme kavuşturulduğu, suçluların cezalandırıldığı, barışmaların gerçekleştirildiği, yine sazlı sözlü, zikirli nefesli, sohbetli ayinlerdir. Verilecek en büyük ceza, kişinin (üyelikten) düşürülmesidir. Bununla bir bakıma o kişi afaroz edilmiş olur, ayinlere alınmaz. Belli bir süre sonra, yine bir sorgu ayininde, dede, gerekli görürse bu düşkünü yine merasimlerle kaldırır. Perşembe günleri yapılan bu sorgu ayinlerinde kaldırılmış olanlar cuma günkü görgü ayinine katılabilirler.
Diğer ibadetleri olduğu gibi Haccı da tevil ettiklerinden, Kızılbaşlar'dan hacca giden pek bulunmaz; ama, Hazreti Ali'nin yattığı Necef'i, Hazreti Hüseyin'in yattığı Kerbelâ'yı, Musa Kâzım ve Muhammed Taki'nin yattığı Bağdad'ı, Ali Naki ve Hasan Askeri'nin yattığı, Mehdi'nin de mağaralarından birinde kaybolduğu Samarra'yı, Ali Rıza'nın yattığı Meşhed'i; ayrıca başta Hacı Bektaş, Abdal Musa gibi kimselerin kabirlerini ziyaret ederler. Yörelerindeki yatırları ziyaret edip kurban kesmek de sıkça yaptıkları işler arasındadır.
Türkiye'de "alevî" genel adı altında bilinen gruplardan Caferî mezhebine mensup olan müslümanlar ile müslümanlıktan çıkmış olan Nusayriler bir yana bırakılırsa, geriye kalanların tamamı kimi yöresel farklılıklara rağmen, bu inanç, bu ibadet ve bu ayinlerle yoğrulmuş olan kimselerdir. Bektaşi zümreleri de, özellikle kırsal kesimde, Kızılbaşlarca kabûl edilmiyor olmalarına karşın inanç ve ayinleri ile aynı zümrenin içinde sayılabilirler.
Ancak, son zamanlarda, gerek şehirlere akın ve gerekse toplu iletişim araçlarının köylere kadar girmesi üzerine "kapalı toplum" yaşamından kopukluğun başlamasıyla birlikte alevi dede ve babalarının eski etkinliklerini kaybettiği, bunun sonucunda da kızılbaşlar alevîlerden bir bölümünün büsbütün dinsizleşirken, bir bölümünün de Şii Caferi mezhebinin gerçeklerine uymağa başladığı, hatta bir kısmının sünniliği benimseme yoluna girdiği gözlenmektedir. Dışa kapalı bir toplum yaşamının sonuçlarından olan bu aşırılığın zaman içinde büsbütün ortadan kalkacağını ve ülkemizde sayıları hayli yüksek olan bu kimselerden kiminin sureta bağlı olduğu caferiliği, kiminin de sünni mezheplerden birini benimseyerek 'yeniden' müslümanlaşacağını ummak yanlış olmayacaktır.
Zübeyr YETİK